Ünlü psikanalist Winnicott 1958 yılında yazdığı The Capacity To Be Alone başlıklı makalesinde insanların yalnız kalabilme yeteneklerinin oluşumunu anlatır. Winnicott’a göre insanın yalnız kalması kişinin ruhsal gerçekliğinde iyi bir nesnenin olmasına bağlıdır. Yani çocuk eğer yaşamın ilk yıllarında annesiyle güvenli bir bağlanma modeli oluşturmuşsa, annesinin gözlerinde kendi varlığını görmüş ve gerekli ilgiyle büyütülmüşse, çocuk dünyanın güvenli bir yer olduğunu ve anne ortadan kaybolsa bile bir süre sonra geri döneceğini düşünür. Çocuk annenin varlığına inanarak yalnız kalma kapasitesini geliştirir. Bu esnada ortamdaki herhangi bir oyuncak, beşik, süs eşyası da annenin varlığını temsil ederek bebeği sakinleştirebilir. Bu nesneler ilerleyen yıllarda herhangi bir sportif faaliyet, sanat uğraşı ya da herhangi bir hobi haline dönüşebilir. Kişi yalnız kaldıkça bu nesnelerle/faaliyetlerle uğraşarak öteki olmadan da yaşamayı öğrenir.
Amerikalı filozof Paul Tillich ise yalnızlık üzerine yaptığı çalışmalarda İngiliz diline iki kavram hediye eder. Tillich yalnız olmanın acısını ifade etmek için yalnızlık (Loneliness); yalnız olmanın ihtişamını ifade etmek için de tek başına olma (Solitude) kelimelerini kullanır. Bir tarafta acı varken diğer tarafta ihtişamlı bir iç huzur vardır. İnsan sosyal bir varlıktır evet ama aynı zamanda en iyi dostu ve hayat yoldaşı kendisidir. Tam bağımsız ve olgun bir birey olabilmesi için bu yeteneği geliştirmiş olması gerekir. Bahsettiğimiz tek başına kalabilme becerisi ve tercih edilmiş yalnızlık çevremizde ne olduğu ile ilgili değil, beynimizde olup bitenlerle ilgilidir. Kişinin kendine duyduğu güven, öz şefkat, sevgi ve tek başına kalabilme kapasitesi kişinin içsel gücüdür. Bu içsel güç bizi yaşamda ayakta tutar. Edindiğimiz bu içsel güçle birlikte duygusal olgunluk kazanır ve sağlam bir kişilik örüntüsü oluştururuz.